Uçsuz bucaksız vadilerin ortasında, keskin yamaçların gölgesinde kurulmuş olan Kartal Tarvesti yerleşimi, yüzyıllardır hem coğrafi koşullar hem de toplumsal dinamikler nedeniyle kendi içine kapanık bir hayat sürdürürdü. Kimilerine göre varlıklarını neredeyse bir efsane gibi koruyorlardı; kimilerine göreyse çoktan unutulup gitmişlerdi. Ancak gerçekte, dağların yüksek doruklarında, sisle çevrili sarp kayaların arasında gözlerini ufka dikmiş bir topluluk hâlâ yaşıyordu. Bu topluluğun üyeleri, kendilerini “Kartal Tarvestiler” olarak adlandırırken, kadim bir inancı ve kültürü kuşaktan kuşağa aktarmayı görev bilmişlerdi.
Birbirine sıkı sıkıya bağlı olan bu insanlar, yaşamlarını kartallarınki gibi özgür ve bağımsız sürdürmeyi ilke edinmişti. Yine de, tarihî ve mitolojik anlatılarda sıklıkla bahsedilen o cesaret ve özgürlük duygusu, artık yerini derin bir yeise bırakmaya başlamıştı. “Meyus düşünce” diye adlandırdıkları bu hal, toplumun iç katmanlarına sızmış, yeni neslin gözlerinde bile ağır bir hüzün olarak kendini göstermeye koyulmuştu.
Kartal Tarvestiler, köklerini kadim dağ kültürlerine, inanç pratiklerine dayandırırdı. Efsanelerine göre ilk ataları, dağların zirvesine konan büyük bir kartalın kanat çırpışından ilham alarak bu bölgeye yerleşmişti. Doğanın sert koşullarına, kayalıkların zorlu topografisine rağmen, dağ yamaçlarını ekilebilir tarlalara, kartalların süzülüşünü izleyebilecek teraslara dönüştürmeyi başarmışlardı. Kartal Tarvesti köyleri, dağın eteklerinden doruğa kadar yayılmış, zamana karşı dirençli ahşap ve taş yapılarıyla ünlüydü.
İnanışlarına göre kartallar, yüksekten bakarak her şeyi gören ve tehlikeyi önceden sezen koruyucu varlıklardı. Topluluğun liderleri, “Kartal Gözlemcileri” adıyla bilinir; duaların okunduğu, geleneklerin korunduğu büyük törenlerde kartal tüylerinden yapılma başlıklar takarlardı. Buna rağmen son yıllarda kartal nüfusu gözle görülür şekilde azalmış, hava soğuk ve rüzgâr her zamanki gibi sert olsa da yükseklerde artık eskisi kadar kartal kanadı çırpmadığı fark edilmeye başlanmıştı.
Tarvesti halkının gündelik yaşamı, coğrafyanın çetin şartlarıyla şekilleniyordu. Erkenden uyanan insanlar, dağ yamacındaki tarlalarda patates ve tahıl yetiştirir, çobanlar kıl keçilerini ve koyunlarını sisli tepelere götürür, zanaatkârlar ahşap işleriyle günlerini geçirirdi. Dağın ruhuna inanmak, Kartal Tarvestilerin en derin geleneklerinden biriydi. Her sabah güneş doğarken, “Dağın Ruhuna Sesleniş” adı verilen kısa bir dua okunur; bereket, sağlıklı hayvanlar ve güvenli bir gün dilenirdi.
Ancak son on yılda gerek iklim koşulları gerekse bilinmeyen diğer sebepler yüzünden topraklar yavaş yavaş verimliliğini yitiriyordu. Toprakların çoraklaşması, su kaynaklarının azalması ve kartalların giderek gözden kaybolması, insanların içindeki umudu zayıflatıyordu. Bir zamanlar gururla göğsünü kabartan yaşlılar, şimdi bakışlarını yere eğmiş; genç nesil ise gelecek hakkında belirsiz ve kasvetli düşüncelere kapılmıştı. Bu belirsizliğe “meyus düşünce” diyorlardı.
“Meyus düşünce,” aslında Kartal Tarvesti kültüründe tam olarak yabancı bir kavram değildi. Toplumsal sözlü tarihleri incelediklerinde, benzer karamsarlık döngülerinin yüzyıllar boyunca birkaç kez tekrar ettiğini görebiliyorlardı. Her seferinde topluluğun önde gelenleri yeni bir yol, yeni bir inanç tazelemesi veya yeni bir geçim biçimiyle karamsarlığı atlatmayı başarmıştı. Mesela bundan üç kuşak önceki büyük felakette, keskin soğuklar ve kar yağışları yüzünden haftalarca köy yolları kapanmış, insanlar yiyecek bulmakta zorlanmış, hayvancılık neredeyse bitme noktasına gelmişti.
O dönemki liderlerden “Karakaya Bilgesi,” cesur bir planla köyün bazı gençlerini göndererek farklı bölgelerden tohum, hayvan ve ticaret malzemeleri getirtti. Böylece hem zorlu koşullar aşıldı hem de Tarvesti halkı yeni fikirlerle tazelendi. İşte o felaketten sonra bir diriliş dönemi yaşanmış, çocuklar yeniden neşeyle koşuşturmuş, kartalların da sayısı artmıştı. Ancak bugün yaşanan karamsarlığın sebebi, sadece dış koşullarla açıklanamayacak kadar derinlerdeydi.
Yaşlılardan biri olan Kalyon Dede, Kartal Tarvestiler arasında hatırı sayılır bir bilge olarak görülürdü. Uzun beyaz sakalı, kırışıklıklarla dolu yüzü ve her daim merakla bakan gözleriyle, köyün gençlerine daima öğütler verirdi. Kalyon Dede’ye göre “meyus düşünce” sadece açlık, kıtlık veya iklim felaketleriyle beslenmiyordu. Aksine, ruhsal ve manevi bir eksilmenin de işaretçisiydi. Kalyon Dede şöyle derdi: “Bazen insanın yüreği, dağlardan bile soğuk olabilir. Umut kayboldu mu, geriye sadece yüreklerdeki sessizlik kalır.”
Bu sözler, son dönemde hep akıllarda dolanır olmuştu. Köyün gençlerinden Dervaze, bu sözlerden etkilenmiş; kendi ifadesiyle, “Dağın sesini artık duyamıyormuş gibi” hissediyordu. Bir başka genç olan Laira ise, “Kartallar geri dönmeyecekse biz neden hâlâ burada kalıyoruz?” diye sitem ederken, duygularını Kalyon Dede’ye açıp çare arıyordu.
Kartal Tarvestilerin inanç dünyasında, doğayla uyumlu yaşamak merkezi bir yer tuttuğu gibi, topluluk içi yardımlaşma ve dayanışma da büyük önem taşıyordu. Yalnızca bireysel refah değil, bütün köyün huzuru gözetilir; herkes birbirinin sofrasına, tarlasına, sürüsüne katkıda bulunur ve bu dayanışma zinciriyle hayatta kalınırdı. Fakat meyus düşünce yayıldıkça, insanlar yavaş yavaş içlerine kapanmaya, kendi derdine düşmeye, belki de ilk kez umudunu yitirmeye başlamışlardı.
Artık her günün sabahında yapılan “Dağın Ruhuna Sesleniş” duaları bile içten gelmiyor gibiydi. Gençler, törenlerden sonra sessizce dağılmaya başlamış, yaşlılar da bu değişimi çaresizlik içinde izliyorlardı. Köy meydanında bir araya gelip sohbet etme geleneği bile sarsılmış, herkes kendi evinde, kendi derdiyle baş başa kalmıştı. Bu kopukluk, Kartal Tarvestiler’in asırlardır süren birliğini tehlikeye atıyordu.
Tarvesti halkının hayatında kartalların özel bir yeri vardı. Kartal tüylerinden yapılan özel tören giysileri, evlerin kapılarına asılan kartal figürlü amblem ve semboller, hatta savaş zamanı kullanılan zırhlarda bile kartal motifleri bulunurdu. Kartalın özgürlüğünü, gücünü ve bilgelik dolu bakışını taklit etmeye çalışan halk, bir nevi doğanın gözlemcisi rolünü kendine biçmişti. Bu rol, sadece çevreyi gözetlemeyi değil, aynı zamanda dengeyi de korumayı gerektirirdi.
Ne var ki kartal nüfusu her geçen yıl azalıyor, eskiden yukarılarda daireler çizerek süzülen kanatları artık pek nadir görülüyordu. İçlerinden bazı gençler, “Acaba biz doğaya iyi bakamadığımız için mi kartallar bizi terk etti?” diye endişeleniyor, kendilerinde bir suç ya da eksiklik arıyordu. Köydeki bir kuş gözlemcisi olan Ema, dağ eteklerinden zirveye uzanan vadileri incelemiş ve kartalların göç yolunda bazı değişimler olduğunu öne sürmüştü. Buna göre, iklimdeki ani dalgalanmalar ve besin zincirindeki bozulmalar, kartalların daha güneye yönelmesine sebep olmuştu.
Toplum içindeki meydan tartışmaları artık daha endişeli bir tona bürünmüştü. Kiminin aklına, dağların ötesine göç edip yeni bir başlangıç yapmak gelse de, diğerleri bu düşünceye şiddetle karşı çıkıyordu. Nesiller boyu yaşadıkları kutsal addettikleri bu dağları terk etmek, neredeyse kendi kimliklerinden vazgeçmekle eş anlamlıydı. “Dağ bizi terk etmez, biz de dağı terk etmeyiz,” diyen gelenekçi kesim, bu topraklarda kalıp mücadele etmek gerektiğini savunuyordu.
Öte yandan, meyus düşünce dalgasına kapılan gençlerin içindeki şüphe büyüdükçe, “Bu çoraklaşma ve karanlık, bir çeşit işaret olabilir mi?” diye sorular da yükselmeye başladı. Bazıları, efsanelerde bahsi geçen “Kara Kış”ın geri döndüğünü, eskiden olduğu gibi bir felaketle karşı karşıya kalacaklarını öne sürüyordu. Ne var ki herhangi bir kurtuluş planı, topluluğun ortak hareket etmesini gerektiriyordu. Bölünmüşlük, karamsarlığı daha da derinleştiriyor, birliğin yıkılabileceğine dair korkuları tetikliyordu.
Kalyon Dede ve birkaç yaşlı bilge, durumu sakin ve geniş bir bakış açısıyla ele almaya çalıştı. Köyün eski kayıtlarını, sembolik anlatımlarını, hatta efsanevi kayıtlardaki kehanetleri dahi incelemeye başladılar. “Kartalların Sessizliği” diye bahsi geçen bir anlatıda, kuşların uzak diyarlara göç etmesi, geride kalan halkın kendi içindeki çatışmalarını alevlendiren bir dönemi tarif ediyordu. Bu anlatı, ancak insanlar doğayla yeniden bütünleşip ‘gerçek sesi’ duymaya başlayınca kartalların geri döneceğini söylüyordu.
Burada dikkat çeken nokta, efsanenin “gerçek sesi duymak” ifadesiydi. Acaba bu ses, dağın sesi miydi, vicdanın sesi miydi, yoksa kartalların ruhani bir çağrısı mıydı? Kalyon Dede’ye göre, bu ses her birimizde saklı duran bir yaşama sevinci, bir bağlantı hissi olabilirdi. Bunu yitiren toplumlar, ne kadar kalabalık olurlarsa olsunlar içten içe çürümeye mahkûmdular. Ve şu anda Tarvesti halkı tam da bu çürüme noktasındaydı.
Bu dönemde, köyün gençlerinden bazısı beklenmedik bir şekilde kendilerince çareler aramaya koyuldu. Dervaze, günlük hayatta pek konuşkan biri olmamasına rağmen, sessiz sedasız dağın daha üst kısımlarına doğru tırmanmaya başladı. Amacı, kartalların yuvalarını bulmak ve belki de onlarla doğrudan bir temas kurmaktı. Aklında net bir plan yoktu; sadece içindeki belirsiz umudu canlı tutan bir his onu zirvelere çağırıyordu.
Laira ise farklı bir yol benimsedi. Köyün çevresindeki mağaraları keşfetmek, toprağın derinliklerinde gizli bir kaynak aramak istiyordu. Belki yeni su damarları bulabilir, belki de bu karamsar dalganın sebebini toprak altında keşfedebilirdi. Bazı gençler de zanaatkâr Urdon’un önderliğinde eski ticaret yollarını canlandırmak için çevre köylerle irtibat kurmaya başladı. Bu küçük girişimler, meyus düşüncenin kapladığı zihinlerde küçücük de olsa birer ümit ışığı yakıyordu.
Dervaze’nin yüksek dağ yollarında karşılaştığı manzara, kendi içinde bir hayal kırıklığı yaratacak türdendi. Buzullarla kaplı sarp kayalıkların ötesinde, yıllardır kartal yuvalarının bulunduğu bilinen bölgeler bomboştu. Rüzgârın uğultusu arasında sadece birkaç eski yuvanın kalıntısı görülüyordu. Kartallar gitmiş, geride soğuğun hüküm sürdüğü sessiz uçurumlar kalmıştı. Bu durumu görünce Dervaze, yüreğine saplanan acıyı bütün bedeniyle hissetti. Yine de geri dönmedi; dağın doruğuna doğru biraz daha ilerleyip zirvedeki gözetleme noktasına ulaştı.
O noktadan bakıldığında Kartal Tarvesti köyü, küçücük evleriyle adeta sisin içinde kayboluyormuş gibi görünüyordu. Ufka göz gezdirdiğinde, ötelerde başka dağ sıraları, bambaşka dünyalar olduğunu fark etti. “Acaba hepimiz bu dağa hapsolmuş gibiyiz de ondan mı meyus düşünce içindeyiz?” diye geçirdi içinden. Ama hemen ardından, dağın aynı zamanda bir yuva, bir güvenlik kalesi olduğunu hatırladı. İkilem içinde, zirvede bir gece geçirmek istedi. Belki rüyalarında bir işaret görür, kartallardan bir mesaj alabilirdi.
Öte yandan, Laira’nın mağara keşifleri de pek umut verici sonuçlar doğurmadı. Dağın içine doğru uzanan yer altı geçitlerinin bir kısmı çökmüş, bir kısmı ise suya gömülmüştü. Yine de ilerleyebildiği koridorların duvarlarındaki eski çizimleri inceledi. Bu çizimlerde, kartalların insanlarla birlikte dans ettiği tören sahneleri, büyük bir ateşin etrafında toplanan kalabalıklar ve yer yer de bir ‘karanlık yaratık’ figürü göze çarpıyordu. Bu yaratık, kartallara doğru uzanan uzun kollarıyla tasvir edilmişti ve çizimin hemen yanında silik şekilde “Bu diyar karanlık çökünce susar” yazıyordu.
Laira, çok eskiden kalma bu resimlerin bir uyarı mı yoksa bir efsanenin tasviri mi olduğunu kestiremedi. Fakat “Bu diyar karanlık çökünce susar” ifadesi, meyus düşüncenin neden bu kadar derin olduğunu açıklıyor gibiydi. Eğer gerçekten bu karanlık dönem tekrar etmiş ve kartallar yeniden uzaklaşmışsa, belki de kurtuluş gene eski yöntemlerde saklıydı. Onun peşine düşmekse azim ve cesaret gerektiriyordu.
Köye döndüklerinde, Dervaze ve Laira yaşadıklarını ve gördüklerini Kalyon Dede’ye ve diğer bilgelere anlattılar. Köyün ortasındaki büyük meşe ağacının altında toplandılar. Dervaze, yüksek zirvelerde gördüğü boş yuvaları tasvir ederken, Laira ise mağaraların derinliklerindeki gizemli çizimleri dile getirdi. Bu anlatılar, köy halkının ilgisini çektiyse de çoğunluk hâlâ umutsuzdu.
Kalyon Dede, uzun bir sessizlikten sonra söze girdi: “Kartallar gitti, ama bu onların sonsuza dek dönmeyeceği anlamına gelmez. Dağın ruhu, eğer bizden de umut bekliyorsa, bizim yeniden doğayla bağ kurmamızı istiyor olabilir. Hepimiz kendi içimize çok döndük, ama belki de birbirimize kenetlenmemiz gereken zaman budur. Her biriniz, kendi yüreğinizdeki sesin ne dediğini bulmalısınız. Çünkü kartalların yokluğu, sadece doğanın sessizliği değil, bizim içimizdeki sesin de kısılmasıdır.”
Tarvesti halkı, bu çağrıyı bir kıvılcım olarak aldı. Küçük ama anlamlı adımlar atılmaya başlandı. Bahar geldiğinde, köylüler imece usulüyle tarlaları yeniden canlandırmak için seferber oldu. Laira’nın bulduğu mağara sularından bir kısmı, yeni su kanallarına dönüştürüldü. Gençlerden bazıları, civar köylerle takas usulü ticareti yeniden canlandırmaya başladı. Dervaze ise kartalların dönme ihtimaline karşı, dağın yükseklerinde güvenli yuva alanları hazırlamak üzere gönüllülerle çalıştı.
İlk birkaç ay, büyük bir mucize yaşanmadı. Sisin arasından gelen kahverengi tüy kanatların sesi duyulmamış, gökyüzü hâlâ sessizliğini korumuştu. Ancak halk, kendi arasındaki dayanışmayı yeniden kazandıkça, yüzlerdeki hüzünlü ifade yerini küçük tebessümlere bıraktı. “Meyus düşünce” geriye çekiliyor, umut filizleri ortaya çıkıyordu. Köyün yaşlıları, her sabah duaların daha içten okunmaya başlandığını fark etti. Sanki dağın ruhu, insanların çabasını hissetmeye başlamıştı.
Derken bir gün, ufukta tek bir kartalın süzüldüğüne dair söylentiler yayıldı. Köyün gençlerinden biri, sabahın erken saatlerinde dağ yamacına götürdüğü keçileri otlatırken gökyüzünde geniş kanatlar görmüştü. Öyle heyecanlanmıştı ki köye koşarak gelip herkese duyurdu. Bazıları bunun bir hayal, bir yanılsama olduğunu düşündü, bazıları da gerçekten bir kartalın geri geldiğini umarak kalplerine aniden dolan o eski sevinci hissetti.
Günler geçti, gökyüzünde başka bir kartal gören olmadı. Yine de umudunu koruyanlar, belki de dağın en yükseklerinden birinde küçük bir kartal grubunun yuva kurduğunu düşünmek istiyordu. Halkın bu inancı, eski törenlere yeniden can suyu verdi. Akşamları meşe ağacının altındaki sohbetler yine çoğaldı, çocuklar eskisi gibi koşturup oyunlar oynamaya başladı. Çoğu kişi, “Kartallar belki de bizi gözlüyor, yeniden hazır oluşumuzu bekliyordur” diyerek içinde taşıdığı inancı pekiştirdi.
Zamanla köydeki koşullar iyileşmeye başladı. İklim biraz yumuşamış, toprak ürün vermeye başlamış, su sıkıntısı kısmen giderilmişti. İmece usulü emek veren eller, sadece tarlaları değil, aynı zamanda gönüllerdeki karanlıkları da aydınlatmaya yaramıştı. Artık hiç kimse meyus düşünceyi tamamen yok saymasa da, onun üstesinden gelebilecek gücün birlik ve inanç olduğunu görmüştü.
Köyün büyük meydanında düzenlenen törende, Dervaze ve Laira baş köşeye oturtuldu. Onların cesareti, köyü yeniden harekete geçirmede ilham kaynağı olmuştu. Kalyon Dede, başındaki kartal tüyü tacıyla yüksekçe bir taşın üzerinden topluluğa seslendi: “Bir zamanlar biz kartallardan ilham alırdık. Şimdi ise umudumuzla, cesaretimizle, kartallarımıza ilham olacağız. Meyus düşünce, kalpleri boş bırakırsanız kök salan bir tohum gibidir; onu ancak sevgi, dayanışma ve kararlılıkla boğabiliriz.”
Yavaş yavaş, uzak diyarlara yayılmış olan Kartal Tarvestiler hakkında “yeniden diriliş” söylentileri de kulaktan kulağa ulaşmaya başladı. Bu söylentiler, dış dünyadan bazı gezginlerin dikkatini çekti ve bir sabah, köyün girişinde yabancı bir kervan belirdi. Kervandaki tüccarlar, uzun zamandır kesik olan ticaret yollarının tekrar açılışını kutlamak için getirdikleri farklı ürünlerle bir panayır havası estirdiler. Bu duruma en çok sevinenler çocuklar ve gençler oldu; yeni yüzler görmek, yeni hikâyeler duymak, uzun süredir hissedilmeyen bir ferahlık gibiydi.
Tüccarların anlattığına göre, dağların ötesindeki vadilerde de benzer sıkıntılar yaşanıyor, ancak dayanışma ruhuyla pek çok zorluğun üstesinden geliniyordu. Bu hikâyeler, Kartal Tarvestiler’in kendi yalnızlık hissini kırıp, daha geniş bir dünyanın parçası olduğunu yeniden hatırlamasına yardımcı oldu. Birbirlerine yardım eden toplulukların, doğanın dönüşümüne de tanıklık ettiklerini söylediler. Bu sözler, köydeki ‘kartallar geri dönecek’ inancını güçlendirdi.
Bir akşam, Dervaze yine yükseklere tırmanmaya karar verdi. Bu defa yanında birkaç genç arkadaşı daha vardı. Zirvede gecelemeyi planlayarak, kartalların dönüşünü veya işaretlerini gözlemleyeceklerdi. Dağ yolları sert ve kaygandı, ama azimle ilerlediler. Gecenin ilerleyen saatlerinde, kamp ateşinin çevresinde ısınırken, yavaşça rüzgârın getirdiği kanat seslerini duyar gibi oldular. Heyecanla ayağa kalkıp gökyüzünü taradıklarında, ay ışığının altında belli belirsiz süzülen bir kartalın siluetini gördüler.
Önce bunun bir yanılsama olduğunu sandılar, ancak birkaç dakika boyunca kartal tepelerindeki akıntıya uyum sağlayarak daireler çizdi. Ardından muhteşem bir süzülüşle karanlığa karışarak gözden kayboldu. Yine de o an, gençlerin kalplerindeki bütün kara bulutları dağıtmaya yetti. İçlerinden biri, “Gördünüz mü, kartallar hâlâ buralarda!” diye sevinçle bağırdı. Bu sevinç çığlığı, dağların sessizliğinde yankılandı ve sanki bir cevabı varmış gibi rüzgârın uğultusu bir an durulup tekrar yükseldi.
Köye döndüklerinde, sabırsızlıkla bekleyen halkı büyük bir heyecanla bilgilendirdiler. “Kartallar döndü!” cümlesi, dudaktan dudağa yayılırken herkes uzun zamandır hissetmediği bir coşkuya kapıldı. O gün, tarladaki işler, hayvanların sağımı, zanaatkârların çalışmaları her zamankinden daha neşeli bir havada geçti. Çünkü sonunda, “meyus düşünce”yi doğrudan kırabilecek bir gelişmeye tanıklık etmişlerdi.
Bu manzara, yaşlıların bile gözlerini yaşarttı. Yıllarca gökyüzünde kartalların eksikliğini hissetmiş olan köylüler, geleceğe dair karamsar bakışlarını artık değiştirebilirdi. Elbette tek bir kartalın görünmüş olması her şeyi çözüvermezdi, ama sembolik anlamı çok büyüktü. Kendilerini dağ ile, doğayla ve kendi öz inançlarıyla yeniden güçlü bir bağ kurmuş hissediyorlardı. Umudun geri dönüşü, toprağı da ruhları da yeniden yeşertiyordu.
Bir hafta sonrasında, köydeki yüksek sesli sevinçlerin başka bir nişanesi daha belirdi: Gençlerden birinin evinin damında, sabahın erken saatlerinde bir kartal tünemişti. Bu kartal, korkusuzca çevresini izliyor, sanki köy halkıyla göz göze geliyormuş gibi uzun ve vakur bakışlar atıyordu. Kısa süreli bir sessizliğin ardından kanatlarını açıp yeniden gökyüzüne yükseldi. Köylüler, bu vakur davranışı kendileri için bir kabul işareti olarak algıladılar. Kartalın bıraktığı tüy, ev sahibi tarafından korunaklı bir sandığa konuldu.
O gün Kartal Gözlemcileri, özel bir şükran töreni düzenlediler. Tören boyunca davullar çaldı, dualar okundu ve köylüler, “Dağın Ruhuna Sesleniş”i eskisinden daha gür bir sesle haykırdılar. Bu tören, aynı zamanda topluluğun içindeki birliği ve dayanışmayı pekiştirmek amacıyla yapıldı. Kaybedilenlerin ardından, geri dönen umudun kutsandığı bir gün olarak hatırlanacaktı.
Meyus düşünce, Kartal Tarvestiler’in tarihindeki en zor dönemlerden biri olmuştu. Ama bu zor dönem onlara, umudun nasıl kaybedildiğini ve nasıl geri kazanılabileceğini de öğretmişti. Bugün bile köyün yaşlıları, gençlere bu süreci anlatırken, “Önemli olan kartalların varlığı değil, bizim içimizdeki kartalı yaşatabilmemizdi” derler. Çünkü doğayla kurulan ilişkideki samimiyet, içsel inanç ve toplumsal dayanışma olmadan, en güçlü kuşun bile geri dönmesi mümkün değildir.
Yine de hiç kimse, yıllarca süren bu karanlık dönemi basit bir şekilde unutmaya niyetli değildi. Tam tersine, bu zorlu süreçten öğrenilen dersleri her kuşağa aktarmayı görev bildiler. Yeni nesil çocuklar, köy okulu niteliğindeki taş binada bu hikâyeleri dinleyerek büyüdüler. Onlar, atalarından devraldıkları mirası sürdürürken, meyus düşünceye kapılmamak için her sabah kalktıklarında dağa ve birbirlerine selam vermeyi alışkanlık haline getirdiler.
Sonbahar geldiğinde, köyün üstündeki gökyüzünde artık birkaç kartal çifti süzülmeye başlamıştı bile. Onları izleyen gençler, bu muhteşem kuşların hürriyetinde ve gücünde kendi geleceklerini görüyordu. Kartal Gözlemcileri, dikkatle yeni yuva alanlarını takip ediyor, kartalları rahatsız etmeden gözlemleyebilmek için çeşitli noktalara gözetleme kuleleri inşa ediyorlardı. Artık “gün birliğinin” önemini kavrayan halk, bu kulelerin yapımında da imece usulünü sürdürdü. Herkesin katkısı, köyün ortak hafızasına ve yeni neslin benliğine kazınıyordu.
Bütün bu gelişmelerin ışığında, en çetin zorlukların bile aşılabileceğine dair inanç kök saldı. Hâlâ zaman zaman çıkan zorluklar –bir sel baskını, bir salgın hastalık ya da sert kış koşulları– elbette büsbütün ortadan kalkmıyordu. Ama artık Kartal Tarvestiler, birlik ve azimle her türlü badireyi atlatabileceklerini biliyorlardı. Çünkü onlar için en büyük tehlike, doğal afetler veya düşman saldırısından önce, kendi içlerindeki umutsuzlukla yüzleşmemekti.
Yeni dönemde, köy meclisinde alınan kararlardan biri de “Meyus Günü” adında yıllık bir anma töreni yapmak oldu. Bu törenin amacı, sadece eski acıları yad etmek değil, aynı zamanda o dönemi atlatmak için gösterilen çabayı ve dayanışmayı unutturmamaktı. Bu günde herkes, kendi yaşadığı en karanlık anları paylaşıyor, nasıl üstesinden geldiklerini anlatıyordu. Bu paylaşımlar, gelecek nesillere adeta bir ‘psikolojik miras’ bırakıyor, topluluk bağlarını daha da güçlendiriyordu.
Törende özellikle çocuklara, “her karanlığın ardından bir aydınlık gelir” düşüncesinin nasıl ete kemiğe büründüğü anlatılıyordu. Köyün yaşlıları da gençleri cesaretlendirerek onlara, “Dağın zirvesine tırmandığınızda, uçurumda yalnız kalmadığınızı bilin” diyordu. Kartalların geri dönüş hikâyesi, bir efsane gibi değil, gerçek bir deneyim olarak belleklere kazınıyordu.
Aradan yıllar geçtiğinde, Kartal Tarvestiler’in “meyus düşünce”yle mücadelesi artık bir masal gibi anlatılır oldu. Fakat bu masal, abartılı kahramanlık öykülerinden ziyade, her insanın yüreğinde taşıdığı kırılganlıkla nasıl yüzleşebileceğine dair derin dersler içeriyordu. Dağın doruğunda tek başına sabahlayan Dervaze, karanlık mağaraların resimlerinde umut izi arayan Laira ve onların yolunu aydınlatan Kalyon Dede’nin sözleri, dilden dile aktarıldı.
Kartal Tarvestiler, sonunda dış dünyayla da barışçıl ilişkiler kurmayı sürdürerek dağını tek başlarına paylaştıkları bir kale olmaktan çıkardı. Ticari, kültürel ve hatta sanatsal etkileşimlerin artması, topluluğun özgün değerlerini daha geniş bir coğrafyaya taşımasını sağladı. Göçebe şairler ve müzisyenler, Kartal Tarvesti müziğinden ve şiirinden esinlenerek eserler vermeye başladı. Böylece köyün içe kapanıklığı yerini, etrafla dengeli bir alışverişe bıraktı.
Bugün, Kartal Tarvestiler’in hikâyesini duyanlar, “Meyus düşünce”nin aslında sadece bir köyün, bir toplumun değil, insanlığın ortak yazgısındaki zorlu dönemeçlerden biri olduğunu fark eder. Çünkü umudun kaybı, herkesin başına gelebilecek bir felakettir ve onu geri kazanmanın yolu, dışarıda bir mucize beklemekten ziyade, içimizdeki dayanışma ve sevgi kapılarını açık tutmaktan geçer.
Kartallar geri döndüklerinde, beraberlerinde getirdikleri şey sadece süzülen kanatların estetiği değildi; aynı zamanda, doğayla ve birbirimizle kurduğumuz derin bağın da hatırlatıcısıydı. Gökyüzünde daireler çizerek yükselen bu kuşlar, her birimiz için özgürlüğün, cesaretin ve inancın sembolü olmaya devam edecekti.
Sonuç olarak, Kartal Tarvestiler’in meyus düşüncesi, onların kaderini belirleyen değil, onlara yeni bir yön veren bir süreç oldu. Bu sürecin içinde yaşanan acılar, kaygılar ve umutsuzluklar, daha büyük bir yeniden doğuşun kapısını araladı. Toplumların tarihinde, karanlık dönemler çoğu zaman büyük aydınlanmaların eşiğidir. Yeter ki insanlar, doğanın sesine ve birbirlerinin kalbine kulak vermeyi öğrensin.
Kartal Tarvestiler, artık geçmişlerine dönüp baktıklarında, “O meyus günler olmasaydı, belki de bugün sahip olduğumuz birliği asla keşfedemezdik” diyorlardı. Bu söz, onların en büyük dersiydi. Çünkü umut, aslında el ele verdiğimizde çoğalan, paylaştığımızda büyüyen ve doğanın kanatlarında yuvaya geri dönen bir rüzgâr gibiydi. Kartalın süzülüşündeki o görkem, Tarvesti halkının kalbinde de yankı bulduğunda, meyus düşünce çoktan dağların sisinde kaybolup gitmişti.